Renkten Ruha: Nilüfer Yıldırım’ın “İnsan Manzaraları”

Merkür Galeri'ye girdiğinizde, duvarlardaki renkler insandan önce konuşuyor. Çamur sarısına çalan zeminler, yeşiller, buzlu mintler, derin kobaltlar, siyaha yakın koyu tonlar. İlk bakışta tuvalde duran şey soyut bir peyzaj gibi. Biraz sonra göz, aralıkların içinde belirip kaybolan figürleri seçmeye başlıyor. Nilüfer Yıldırım'ın İnsan Manzaraları serisi tam bu anı, figür ile manzara arasındaki kararsız bölgeyi mesken tutuyor.

Nilüfer Yıldırım, Fotoğraf: Çetin Araç

Serginin adı, sanatçının anlattığı gibi, önce tek bir imge olarak değil, bir iç coğrafya duygusu olarak geliyor aklına. İnsan Manzaraları dendiğinde, ne belirgin bir portre, ne de klasik anlamda bir doğa manzarası düşünüyor. Yıldırım'ın tuvalleri hem soyut bir iç topografyayı hem de gün batımını, dağ siluetlerini, kentsel bir bloğu çağrıştıran dış dünyayı aynı yüzeye yerleştiriyor. İç manzara ile dış manzara, aynı zeminde birbirine karışıyor.

Bu başlığın kristalleşmesinde, Milano atölyesindeki bir Miart hazırlığı sırasında yaşanan küçük bir cümle dönüm noktasına dönüşüyor. Atölyeye gelen küratör, kalabalık ve soyut insan figürleriyle dolu bir işe bakarken, tüm bu kalabalığa rağmen resmin ona yalnızlığı çağrıştırdığını söylüyor. Yıldırım için bu yorum, tuvallerdeki figürlerin tek tek birey olarak değil, birlikte yarattıkları duygusal alan olarak görünür olduğunu yeniden hatırlatan bir an. Resimlerde hem soyut insan figürleri, hem de gün batımı, dağ, kent izleri aynı yüzeyde nefes alıyor. Böylece İnsan Manzaraları ifadesi, insan ilişkilerinin akışkanlığına ve bu aradalık duygusuna işaret eden doğal bir ad haline geliyor.

Yıldırım'ın figürleri bireysel portreler gibi durmuyor. Daha çok toplu bir ruh halinin farklı titreşimleri gibi. Sanatçı, “insan dediğimiz şey tekil değil, birbirimizin içinde çoğalıyoruz, birbirimize dokunuyor ve karışıyoruz” derken, serinin temel gerilimini tarif ediyor. Tuvallerdeki figürler aynı atmosfer içinde birbirine değiyor, çözülüyor, gölgeler halinde üst üste biniyor. Bir kalabalığın duygusal yankısı gibi, hem birlikte olmanın, hem de belirsizlik içindeki varoluşun ortak manzarasını taşıyorlar. Bedenler ne tamamen figüratif, ne de rahatça soyut diye geçilecek kadar silik. Tam aksine, bugünün ruh halini, bağımsızlık ile bağlılık, yalnızlık ile birliktelik arasındaki kırılgan dengeyi taşıyan aracı varlıklara dönüşüyorlar.

Nilüfer Yıldırım, Merkür Galeri, İstanbul Fotoğraf: Çetin Araç

Bu figürlerle izleyici arasındaki mesafe de bilinçli. Resimlerdeki karakterler çoğu zaman doğrudan bakışla karşılık vermiyor. Yüzler ya çözülmüş, ya yarım bırakılmış, ya da zaten baştan hiç kurulmamış. Yıldırım bunu bir eksiklik değil, izleyici için açılmış bir özgürlük alanı olarak görüyor. Doğrudan bakan bir yüz, hemen ilişki kurar, izleyiciyi belirli bir duygunun içine sürükler. İnsan Manzaraları'nda ise bu yönlendirme geri çekiliyor. Boşlukta kalan alan, bakanın kendi hikayesini, kendi ruh halini figürlerin içine yerleştirebileceği geçirgen bir yüzeye dönüşüyor. Figürler tek bir karakteri temsil etmek yerine, izleyicinin iç ritmiyle birleşmeye açık bir titreşim alanı oluşturuyor.

Yıldırım'ın resimle kurduğu ilişki temelinde sezgisel. Kafasında bazı imge ve kurgular var, fakat bunlar daha çok başlangıç noktası. Çoğu zaman birkaç rengi yan yana koyarak sürece giriyor. Biçimler yüzeyde kendiliğinden beliriyor, belli bir noktadan sonra da formun kendi dengesi ortaya çıkıyor, sanatçı da o dengeyi izlemeyi tercih ediyor. Milano’da grafik tasarım ve sanat tarihi okurken kurduğu form ve oran duyarlılığı, bugün hesaplı bir şema olarak değil, içgüdüsel bir refleks olarak sürece karışıyor. Organik ve akışkan olan, daha heykelsi ve geometrik olanla yan yana duruyor. Bu iki dil, sanatçının gözünde birbirini sessizce tamamlayan karşıt kutuplar, tıpkı resimlerdeki insan ilişkileri gibi, ayrı durdukça birbirini daha çok görünür kılıyor.

Nilüfer Yıldırım, Wounds Matter. Fotoğraf: Çetin Araç

Arka plan ile figür arasındaki ilişki de bu aradalık üzerinden kuruluyor. Yıldırım için arka plan, figürden bağımsız bir sahne değil. Daha çok figürün ruh halini etkileyen, ondan beslenen bir iklim. Bazen kentsel ve soğuk bir manzara hissi beliriyor, yoğunluk, yorgunluk, uzaklık taşıyan kirli sarılar, koyu kahverengiler, siyahlarla. Bazen de daha doğasal bir alan, gün batımına benzeyen sıcak bir geçiş, ya da suyun içinde eriyen renkler ortaya çıkıyor. Yine de hiçbir manzara tam anlamıyla rahatlatıcı bir kaçış değil. Kentin griliği doğaya, doğanın titreşimi betona sızıyor. Figür ve mekân iki ayrı katman gibi durmuyor, birbirine karışarak resmin duygusal bütününü kuruyor.

Renk paleti, Yıldırım'ın pratiğinde hem biçimsel hem duygusal bir dil. Bu seride mavi, her zamanki gibi merkeze yerleşmiş durumda. Sanatçı, mavinin içindeki ikiliği seviyor, hem sakin hem derin, hem yakın hem uzak, hem huzurlu hem melankolik. Soyut olanla figüratif olan çoğu zaman mavinin içinde temas ediyor. İnsan Manzaraları'nda mavi, uzun süredir eşlikçisi olan yeşille birlikte çalışıyor. İki rengin birlikteliği, figürlerin taşıdığı duygusal alanı güçlendiren bir bağ kuruyor. Bu seride ilk kez beliren buzumsu mint tonları ve doygun bordo morlar ise paleti başka bir yere çekiyor. Mintin soğuk sessizliği ile bordonun ağır duygusallığı arasında yeni karşıtlıklar oluşuyor, resimlerin içindeki ikili ilişkileri renk düzeyinde de derinleştiriyor.

Nilüfer Yıldırım, Merkür Galeri. Fotoğraf: Çetin Araç

Üretim sürecinde malzeme ile kurulan ilişki, bilinçli kontrol ile bilinmeyen arasında salınıyor. Yıldırım boyayı sürüyor, kazıyor, siliyor, yeniden ekliyor. Her katman, tuvalin belleğinde bir iz bırakıyor. Bazı katmanlar görünür halde tutuluyor, bazıları tamamen örtülüyor. Bazı tesadüfi izler yeni bir fikrin başlangıcına dönüşüyor. Sanatçı belli bir noktada kontrolü gevşetmekten, malzemenin kendi doğasının onu yönlendirmesine izin vermekten hoşlandığını açıkça söylüyor. Figürlerin belirsiz, birbirine karışan yapıları, bu deneysellikten, bu merak halinden doğuyor. Biraz gerçek, biraz hafıza, biraz kurgu ve her şeyin üzerinde sürecin kendisinin açtığı kapılar.

Yıldırım'ın sergiden beklentisi, izleyicinin tek bir net duyguyla çıkması değil. Daha çok, resmin duygusuyla kendi duygusu arasında kısa da olsa bir karşılaşma yaşaması. Figüratif ile soyut arasındaki denge bilerek açık bırakılmış. Çünkü bu açı, insana hayal kurma, yorumlama alanı tanıyor. Kimi izleyici için figürlerin belirsizliği tanıdık bir geçiş hali, kendi hayatındaki dalgalanmaları hatırlatan bir yüzey olabilir. Bir başkası için kalabalığın içindeki yalnızlık duygusu, bir diğeri için birbirine karışan siluetler aracılığıyla hissedilen görünmez bağlar öne çıkabilir. Sergiden çıktığımızda ister istemez şu soruya dönüyoruz: İçimdeki manzaranın tam olarak neresindeyim?

İstanbul ve Milano arasında çalışan, uzun yıllar New York'ta yaşamış olan Nilüfer Yıldırım, İnsan Manzaraları ile hem kendi coğrafi dolaşımının, hem de çağdaş hayatın duygusal dolaşımının izlerini bir araya getiriyor. Merkür Galeri'de 3 Ocak 2026'ya kadar görülebilecek sergi, insanı tekil bir figür olarak değil, ilişkiler, kalabalıklar, aradalıklar içinden okumayı öneriyor. Tuvalin üzerinde bir kalabalık beliriyor, ama her figür aynı zamanda içe dönük. Bakışlarının çoğu bize çevrilmemiş olsa da, resimlerin karşısında dururken, fark etmeden kendi bakışımıza doğru dönüyoruz. Belki de esas manzara tam orada açılıyor.

* Sesli kayıt, metni otomatik olarak okuyan dijital bir ses teknolojisi ile üretilmiştir; vurgularda ve telaffuzda hatalar bulunabilir.
Önceki
Önceki

Ankara'nın Kubbesi, İstanbul'un Kadrajı. Arif Hikmet Koyunoğlu

Sonraki
Sonraki

Boşa Geçmiş Bir Hayatın Hikâyesi. Aziz Bey Hadisesi