Ankara'nın Kubbesi, İstanbul'un Kadrajı. Arif Hikmet Koyunoğlu
Akıllı telefonunuzun kamerasını düşünün. Gündelik hayatınızı, arkadaşlarınızı, gittiğiniz konserleri, şehir manzaralarını onunla kaydediyorsunuz. Şimdi o kamerayı elinizden alıp tam yüz yıl geriye saralım. Ekran yerine ağır bir fotoğraf makinesi var, paylaş butonu yok, ama merak duygusu aynı. Karşımıza Arif Hikmet Koyunoğlu çıkıyor. Hem mimar hem fotoğrafçı, hem de tam anlamıyla maceraperest bir figür.
Arif Hikmet Koyunoglu’nun otoportresi, 1968 (?).
İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'nde açılan "Maceraperest Bir Mimarın Fotoğrafhanesi" sergisi, Arif Hikmet Koyunoğlu'nu yeni kuşakla tanıştırmak için nefis bir bahane. Sergi, Koyunoğlu'nun 1900'lerin başından 1930'lara uzanan fotoğrafları üzerinden hem kişisel hayatını hem de imparatorluğun içinden cumhuriyete geçen ülkenin ruh hâlini anlatıyor. Öğrencilik yıllarından askerliğe, aile pozlarından Anadolu yolculuklarına, Ankara, İstanbul, Bursa ve daha pek çok şehir bu fotoğrafhaneden içeri süzülüyor.
Peki kim bu adam? 1888 doğumlu İstanbullu Arif Hikmet, kökleri Kanunî dönemine uzanan varlıklı bir aileden geliyor. Çocukluğunu Gebze'de mahalle mektebi, klasik medrese eğitimi ve hızla çözülmekte olan bir imparatorluğun gündelik çelişkileri içinde geçiriyor. Genç yaşta yolu Sanayi-i Nefise Mektebi'ne düşüyor. 1908 ile 1914 arasında, dönemin efsane hocaları Giulio Mongeri ve Alexandre Vallaury'den mimarlık eğitimi alıyor, Beyoğlu'ndaki Saint Antoine Kilisesi'nin inşaatında, ustası Giulio Mongeri ile birlikte çalışıyor.
Bu yıllar, siyasetin de mimarlığın da kaynadığı bir dönem. İkinci Meşrutiyet ilan edilmiş, genç subaylar ve aydınlar imparatorluğu ayakta tutmak için birbirleriyle yarışırken savaşlar, isyanlar, dış müdahaleler ülkeyi sallıyor. Bir yanda modernleşme hevesi, diğer yanda parçalanma korkusu. Bu gergin atmosfer, mimar adaylarının hayal dünyasını da şekillendiriyor. Yeni bir toplum düşüncesi, yeni bir kent hayali ve buna uygun yeni bir mimari dil arayışı var. Koyunoğlu tam bu arayışın içine doğuyor.
Nilüfer Köprüsü altında Arif Hikmet’in esi Mübeccel Hanım, kızları Özcan ve akrabaları, Bursa, 1930’ların ilk yarısı.
Birinci Dünya Savaşı patladığında o da pek çok yaşıtı gibi cepheye gidiyor. Erzurum'da İttihat ve Terakki Kulübü binasını inşa ederken, yalnızca bir yapı değil, savaşın orta yerinde ayakta durmaya çalışan bir siyasal projeyi de tasarlıyor aslında. Savaştan döndüğünde İstanbul işgal altında. Mimarlık yapacak iş yok, gelecek ise belirsiz. O noktada çoğu kişinin cesaret edemeyeceği bir manevra yapıyor ve fotoğrafçılığa yöneliyor. Cağaloğlu'nda bir fotoğrafhane açıyor, gazetelere foto muhabirliği yapıyor, sokakları, limanı, işgal askerlerini, direnişin küçük işaretlerini makinesiyle kayda geçiriyor.
Bugün sergide gördüğünüz cam negatifler, aile pozları, Anadolu yollarında çekilmiş kareler tam da o geçiş döneminin görsel günlüğü. İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'nün küratöryel metni, Koyunoğlu'nun elinde kamera ile Balkanlar'dan Anadolu'ya, mülteci kamplarından işgal altındaki İstanbul sokaklarına kadar gezdiğini, bir yandan meslek icra ederken bir yandan da yıkılan bir dünyanın son görüntülerini ve kurulmakta olan yeni düzenin ilk bakışlarını kaydettiğini anlatıyor. Onu yalnızca bina çizen bir mimar olarak değil, ülkenin modernleşme sürecini dehşetle ve merakla izleyen bir göz olarak düşünmek gerekiyor.
Yine de onun adını bugün anmamızı sağlayan esas şey, mimarlığı. Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte Ankara yeni başkent olduğunda, devletin yeni rejimi anlatacak binalara ihtiyacı vardı. Millî Eğitim makamları Koyunoğlu'nu çağırıp ondan hem Türk mimarisinin geleneksel öğelerini hem de yeni yönetimin özgüvenini yansıtacak bir müze tasarlamasını istediler. Sonuç, Ankara Etnografya Müzesi oldu. Dikdörtgen planı, tek büyük kubbesi, küfeki taş kaplaması ve mermer alınlığındaki oyma süslemelerle hem Selçuklu ve Osmanlı mirasına selam veren hem de genç cumhuriyetin anıtsal yüzünü kuran bir yapı ortaya çıktı.
Arif Hikmet Beykoz’da komşu çocukları ile, Istanbul, 1910’lar.
Aynı yıllarda Ankara, adeta açık bir mimarlık laboratuvarına dönüşmüştü. Yeni rejim bir yandan Koyunoğlu gibi isimlere millî mimariyi temsil eden yapılar ısmarlıyor, diğer yandan mimar sayısı az olduğu için Avrupa'dan gelen ünlü isimlere de büyük görevler veriyordu. Clemens Holzmeister, Ernst Egli, Bruno Taut gibi yabancı mimarlar planlardan okullara kadar pek çok alanda söz sahibiydi.
Bu durum, yerli mimarlar için hem rekabet hem de tartışma zemini yarattı. Koyunoğlu daha sonraki yıllarda dergilerde yayımladığı yazılarında, çağdaş teknikleri ve şehircilik anlayışını reddetmeden, yerel malzemeyi ve geleneksel mekân kurgusunu önemseyen bir çizgiyi savundu. Kısacası o, dışarıdan gelen modernlik ile içeriden gelen hafıza arasında köprü kurmaya çalışan kuşağın en karakteristik temsilcilerindendi.
Bu yapı ile birlikte aynı yokuşta yer alan Türk Ocağı binası, bugün Devlet Resim ve Heykel Müzesi olarak bildiğimiz yapı da Koyunoğlu'nun imzasını taşıyor. Ulus'un kalbinde, yeni bir kamusal alan dili kurmaya çalışan bu yapılar, Birinci Ulusal Mimarlık Akımı'nın en çarpıcı örnekleri arasında sayılıyor. Bu akım, Batılı plan şemalarını kullanırken cephelerde Selçuklu ve klasik Osmanlı süslemelerini, kubbeleri, saçakları, kemerleri yeniden yorumlamayı amaçlıyordu. Yani geçmişin formlarını bugünün politik hayaline tercüme eden bir mimari dil.
Mübadeleyle gelen muhacirler Müstesar Ömer Lütfi Bey ve Iskân Müdürü Celâl Bey’le beraber, Bursa, yak. 1923–1924.
Koyunoğlu için mimarlık yalnızca biçim meselesi değil, bir kimlik hikâyesiydi. Yapı Kredi Yayınları'nın derlediği anılarında, genç yaşta Millî Mimari fikrine tutulduğunu, bu fikri de herhangi bir siyasal programa değil, çökmekte olan bir devletin nasıl toparlanacağı sorusuna bağladığını anlatıyor. Ona göre kurtuluş, kendi kültürel kaynaklarına bakmayı bilmek, ama bunu dünyadan kopmadan yapmakla mümkün. Bu yüzden ne Osmanlı nostaljisine saplanıyor ne de çizdiği her binayı çıplak bir modernlik gösterisine çeviriyor. Bir ayağı Selçuklu taş işçiliğinde, diğer ayağı Ankara Palas'ın lobisindeki yeni hayatın ritminde.
Bursa Tayyare Sineması ve İşhanı gibi projelerle yeni cumhuriyetin eğlence ve ticaret mekânlarını da tasarlıyor. Ziya Gökalp'in mezarından Çocuk Esirgeme Kurumu'nun binasına kadar uzanan çok geniş bir envanterin arkasında onun imzası var. Biyografi çalışmalarında, ömrü boyunca otuzdan fazla farklı iş yaptığı anlatılıyor. Askerlik, öğretmenlik, galericilik, müteahhitlik, sporculuk ve elbette fotoğrafçılık. Yani bugün çoklu kariyerden, yan işlerden, serbest ruhlu portfolyo hayatlardan bahsederken gençlerin kurduğu cümleler, bir yüzyıl önce Arif Hikmet'in hayatında karşılığını bulmuş durumda.
Peki bu hikâye bugün bize ne söylüyor, hangi yerden yakalıyor bizi? Önce şu gerçek. Koyunoğlu tam anlamıyla kırılma anlarının insanı. İmparatorluk çökerken genç, cumhuriyet kurulurken yetişkin, tek partili yıllar uzarken olgun, seksenlerin başına gelindiğinde ise bütün bu süreci baştan sona izlemiş bir tanık. Onun fotoğraflarında ve binalarında gördüğünüz şey, yalnızca taş ve gölge değil, şiddetli bir değişim hissi. Savaş, göç, mübadele, yeni kurumlar, yeni diller, yeni kıyafetler. Günümüzün kriz dolu dünyasını izlerken hissettiğiniz o kaygan zemin duygusunun erken bir versiyonu.
Arif Hikmet’in Yeraltı Fotografhanesi’nde çektigi iki kadın, Istanbul, 1920–1921.
Sergiye girdiğinizde belki önce fotoğraflardaki kıyafetler dikkatinizi çekiyor. Sonra kadrajlarda dolaşan merak duygusu. Bir mimar, çizdiği planlardan çıkıp sokağın tozuna niçin bu kadar yakından bakar? Belki de cevabı, mimarlığın yalnızca bina yapmak değil, o binayı taşıyacak hayatı, sosyal dokuyu ve hayal gücünü anlamak olduğunu çok erken kavramasında saklıdır. Koyunoğlu'nun objektifi, yeni bir ulusun selfie çubuğu gibidir; ama kendisini değil, çevresini çeker.
Maceraperest Bir Mimarın Fotoğrafhanesi, bu yüzden nostaljik bir albüm olmanın ötesine geçiyor. Sergi, cumhuriyetin henüz oturmamış şehirlerini, kirli sokaklarını, geçici barakalarını, askerî birliklerini, gündelik hayatın en sıradan anlarını yan yana getiriyor. Bu karelerde ne kahramanlık destanı var ne de resmî tören coşkusu. Daha çok, başına ne geldiğini tam anlamamış ama hayatta kalmaya çalışırken geleceğini kurmaya da heves eden bir toplum var. Bu hâliyle sergi, bugünün dağınık dikkat ekonomisine, kısa video kültürüne de beklenmedik bir ayna tutuyor. Kaydırdığınız her karede bir başka yüz, bir başka mekân, bir başka ruh hâli.
Belki de Arif Hikmet Koyunoğlu'nu bugün bizim için ilginç kılan, tam da bu çeşitlilik. O, tek bir mesleğin içinde sabitlenmiş bir uzman değil. Fotoğraf makinesini omzuna takıp Anadolu yollarına düşen, çizim masasını bırakıp müze şantiyesinde demir bağlayan, imparatorluk salonlarından Anadolu kasabalarına uzanan bir hayat sürüyor. Bu hareket hâlinde olma hâli, bir kariyer planı değil, yaşadığı çağın zorunlu sonucu. Ama o zorunluluğu yaratıcı bir meraka çevirmeyi başarıyor. Koyunoğlu'nun bıraktığı miras, yalnızca Ankara'nın tepelerinde yükselen kubbeler ya da Bursa'da bir sinema binasının cephesi değil. Asıl miras, değişen bir dünyaya bakarken merakını kaybetmeme cesareti. Genç bir zihin için bundan daha güncel bir ilham kaynağı düşünmek zor.
İstiklal Caddesi'nde ya da Pera çevresinde dolaşırken İstanbul Araştırmaları Enstitüsü'nün kapısından içeri girmek, yalnızca bir sergi gezisi değil, sessiz bir sohbet fırsatı. Bir köşede duvardaki fotoğrafı dikkatle inceleyen yaşlı mimar ile elinde telefonu ile poz arayan genç ziyaretçi, aynı kadrajda buluşuyor. Aralarındaki yüzyıllık mesafeyi kapatan şey ise ortak bir soru. Nasıl bir şehirde yaşamak istiyoruz ve o şehri kimler kuruyor? Şehrin gürültüsünden birkaç kat yukarıda, duvarlara dizilmiş bu siyah beyaz kareler, bildiğiniz ekranlardan çok daha yavaş bir ritimde akıyor. Hızlıca geçip gitmek yerine durup bakmayı, bir yüzün gözlerinde ya da bir sokağın boşluğunda saklı ayrıntıyı fark etmeyi teklif ediyor.