İstanbul’da Yaşam Mücadelesi

Suraiya Faroqhi’nin “Surviving Istanbul”unu ilk kez gördüğümde, başlığı bugünün İstanbul haberlerinden fırlamış gelmiş gibiydi.

“Struggles, Feasts and Calamities” Mücadeleler, Eğlenceler ve Felaketler

Deprem ihtimaliyle, azgın enflasyonla, kira krizleriyle ve bitmeyen göç tartışmalarıyla yaşayan bugünün İstanbul’u da bu üç kelimeye sığıyor: bir yanda hayatta kalma mücadelesi, öte yanda düğün salonlarından meyhane masalarına uzanan sofralar, arada da felaket hissi.

İngilizce baskısı Koç University Press’ten yayımlandığında aklıma takılmış, o yıl içinde de okuma fırsatı bulmuştum. Dört yüz küsur sayfalık bu kalın cilt, haber kanallarındaki tartışmaların, konut krizi haberlerinin, deprem dosyalarının arasına düşmüş bir zaman kapsülü gibi duruyordu. Artık Türkçesi de elimizde. “İstanbul’da Yaşam Mücadelesi” adını taşıyan edisyon yine Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıktı, çevirisi Ayşen Gür’e ait. Türkçesini henüz okumadım; ancak bu yeni baskı vesilesiyle elimdeki İngilizce edisyondan yola çıkarak bu satırlarda hem kitaba hem de Faroqhi’nin İstanbul’una yakından bakalım.

İstanbul’da Yaşam Mücadelesi, Suraiya Faroqhi, Koç Üniversitesi Yayınları

Kitap, kabaca 17. ve 18. yüzyıl İstanbul’unda dolaşan hikâyelerden oluşuyor; kimi zaman daha erken, kimi zaman daha geç tarihlere de uzanıyor. Bir romandan çok, birbirine ince bağlarla tutunan uzun denemeler gibi okunuyor. Yine de sayfalar ilerledikçe, aynı şehrin içinde çoğalan sahneler birleşiyor ve yavaş yavaş tanıdık gelen bir İstanbul ortaya çıkıyor. Tanıdık olmasının sebebi, manzaraların bize tanıdık gelmesi değil sadece; o manzaraların duygusunun bugünkü hayatımıza tuhaf biçimde değmesi.

Faroqhi’nin derdi padişahlarla, savaşlarla, diplomatik krizlerle değil. Onun İstanbul’u kölelerin, küçük esnafın ve şehri besleyen köylülerin İstanbul’u. Arşiv belgeleri, kadı sicilleri, mali defterler, Evliya Çelebi’nin tasvirleri, Reşat Ekrem Koçu’nun gölgede kalmış notları, hepsi arka planda çalışıyor; ama anlatının önünde hep bir grup insan var. Çarşıya sabah mal indiren hamal, yangından sonra çaresizce ev arayan kiracı, Boğaz kıyısında nefes almaya çalışan genç, Üsküdar iskelesinde yakalanan kaçak köle, dükkânında ayakta kalmaya çalışan esnaf.

Suraiya Faroqhi’nin kendisi de bu şehre dışarıdan bakıp içeriden konuşan bir figür. Berlin doğumlu; Hamburg ve Bloomington’da okumuş bir tarihçi. Uzun yıllar ODTÜ’de ders vermiş, ardından Münih’te profesörlüğe uzanan bir yolu olmuş; bugün yeniden İstanbul’da yaşıyor ve burada ders veriyor. Türkçede ondan fazla kitabı yayımlandı; Osmanlı’nın gündelik hayatını, kentlerini, zanaatkârlarını, göçebelerini, kadınlarını, tarikatlarını anlattı. “İstanbul’da Yaşam Mücadelesi” bu uzun ve inatçı merakın şehre odaklanan halkası gibi okunabilir; yarım yüzyıllık Türkiye mesaisinin İstanbul’a açılan bir parantezi.

Kitaptaki anlatılar yangınlardan sık sık söz ediyor. O zamanların ahşap İstanbul’unda en büyük anksiyete bu. Bir fener devrilir, rüzgâr yön değiştirir, dar sokakların arasındaki evler bir zincir gibi tutuşur; birkaç saat içinde bütün mahalle kül olur. Yangın söndüğünde insanlar güne sur dibi çayırlarında, Hasköy yamaçlarında, Kalamış kıyısında uyanır. Ev sahibi olmak o zaman da azınlık işi; çoğu kiracı, çoğu bugün de olduğu gibi hayata tutunmaya çalışan insanlar.

Bugünün İstanbul’unda yangının yerini kiralar aldı. Mahallenizi terk etmek için artık alevlere gerek yok. Bir WhatsApp mesajı, bir apartman toplantısı, bir kentsel dönüşüm evrakı yeterli. O zamanın yangınzedesi ile bugünün kiracısı arasında şaşırtıcı biçimde benzer bir duygu var. İkisi de kendi kendine aynı soruyu geçiriyor: “Buradan nasıl sağ çıkarım?” Faroqhi’nin anlatılarını okurken, arşiv kayıtlarındaki o telaşlı hareket, bugünün taşınma kolilerine, emlak ilanlarına, ev arkadaşı arayan duyurularına karışıyor.

İstanbul’da Yaşam Mücadelesi, Suraiya Faroqhi, Koç Üniversitesi Yayınları

Kitabın en parlak bölümlerinden biri, İstanbul’un bahçeleri ve gezinti yerlerine ayrılmış sayfalar. Bu sayfalarda Faroqhi, Evliya Çelebi’nin heyecanlı anlatılarını mahkeme ve mali kayıtlarla yan yana getiriyor. Derelerin denize kavuştuğu noktalar, Boğaz’ın iç kıvrımları, çayırlık alanlar, şehrin nefes alma ihtiyacının sahnesine dönüşüyor. Bu bahçeler ve gezinti yerleri yalnızca eğlence değil; flörtün, sınıf gösterisinin ve gözetimin az da olsa gevşediği anların mekânı.

Bugünün İstanbul’undan bakınca, sahil şeritlerindeki kalabalıkları, hafta sonu orman girişlerindeki araç kuyruklarını düşününce, o bahçe ve çayır sahnelerini hatırlamamak mümkün değil. Tek fark, Evliya’nın derelerinin artık görünmüyor olması. Bir kısmı otoparkın altında, bir kısmı yolun, bir kısmı sitenin bahçesinin. Yine de bedenler aynı şeyi arıyor: kalabalığın içinde kısa bir yalnızlık, gürültünün içinde kısa bir sessizlik, betona rağmen azıcık yeşil. Faroqhi’nin anlattığı bu bahçe ve çayır dünyası, bugünün İstanbul’una bakmanın başka, daha acı bir ölçeğini açıyor.

Surviving Istanbul’un en karanlık sayfaları, kölelik ve azat üzerine olanlardı. İstanbul’da o dönemlerde dönen köle ticaretini hep tam anlatılmayan, üstü kapatılan bir gerçek olarak düşünürüm. Özellikle Üsküdar’da yakalanan kaçak kölelerin kıyafetlerinden, giysilerin kişinin nereden geldiğini nasıl ele verdiğinden söz eden bölümler, beden ile kimlik arasındaki o rahatsız edici bağı açık ediyor. Bir insanın kaderi çoğu zaman üzerinde taşıdığı giysiye, konuştuğu dile, yürüdüğü güzergâha bağlı.

Bugün de farklı sayfadayız sanmıyorum. Suriye’den, Afganistan’dan, Afrika’nın başka şehirlerinden gelen, belgesi olmayan göçmenler için de benzer bir ölçü işliyor. Üzerindeki kıyafet, konuştuğu aksan, çalışırken geçtiği sokaklar, kimi zaman polis için, kimi zaman işveren için, kimi zaman da aracı için her şeyi ele veriyor. Statü kâğıt üzerinde değişmiş gibi dursa da, bir bedenin nereden geldiğinin ona ne kadar hak tanıyacağı hâlâ aynı kaba formüllerle hesaplanıyor.

Bir adım sonrasında ise sahneler daha da sertleşiyor. Mahkeme kayıtlarında yan yana dizilmiş sıradan cümleler, aslında bir hayatın yerinden söküldüğü anları anlatıyor. Satılmak, rehin verilmek, mirasla el değiştirmek mümkün; bedenler kâğıt üzerinde hep birinin mülkü olarak geçiyor. Çoğu zaman adı bile tam yazmıyor, ya bir lakapla anılıyor ya da kökenini işaret eden kısa bir notla. İstanbul’un kozmopolit, eğlenceli, medenî hikâyelerinin fonda bıraktığı o adsız kalabalık, Faroqhi’nin metninde bütün ağırlığıyla ortaya çıkıyor. Okurken insanın içinden şu cümle geçiyor: Bu şehirde kimi için İstanbul, Boğaz manzarasıdır; kimi içinse zincirlerin ve kapalı kapıların adıdır.

Bugünün İstanbul’unda pasaportuna el konmuş, borçlandırılmış, evlerde temizlik yapan, çocuk bakan, inşaatta çalışan ya da kuryelik yapan göçmenleri düşünmeden bu satırları okumak imkânsız. Resmî statüler değişmiş, kelimeler değişmiş, ama bağımlılık biçimlerinde rahatsız edici bir süreklilik var. Faroqhi bunu slogana dönüştürmüyor, doğrudan bugüne seslenmiyor; ama o sessiz sahneler, kitabı kapattıktan sonra uzun süre akılda dolaşıyor.

İstanbul’un din ve tarikatlarla kurduğu ilişki de kitapta çok dünyevi bir yerden anlatılıyor. Bayramlar, kandiller, törenler, bir yandan devletin gücünü gösteren sahneler; bir yandan da halkın kendi eğlencesini, kendi ritmini şehrin içine yerleştirme çabası. Bugünün İstanbul’unda eğlence çoğu zaman alışveriş merkezlerinde geçirilen saatlerle, festival sponsorluklarının gölgesinde karşımıza çıkıyor. Faroqhi’nin İstanbul’unda ise eğlence, aynı anda hem gösteri hem gölge; hem bakılan hem saklanılan bir alan. Bugünün karnavalsız ama her anı kalabalık şehrine buradan bakmak, eğlence dediğimiz şeyi yeniden düşünmeye zorluyor.

Bütün bunların ortasında devlet hiç kaybolmuyor. Fiyatları denetlemeye çalışan, ekmek kıtlığına müdahale eden, yangınzedelere kısmen yardım eden ama aynı zamanda bazılarını esnaf çevresinin dışında bırakan, mahalleden süren, kimi zaman köle pazarlarını bizzat düzenleyen bir devlet bu. Bugünün İstanbul’unda ekranlarımızda beliren e-devlet sayfaları, imar planı askı ilanları, vergi borcu hatırlatmaları, sosyal yardım başvuru formları bambaşka görünüyor olabilir; yine de sıradan İstanbulluların devletle muhatap olma deneyiminin arkasında benzer bir gerilim seziliyor.

Bütün bu sahneleri yan yana koyunca, “İstanbul’da Yaşam Mücadelesi”nin başlığı fazla dramatik gelmiyor artık. Tam tersine, neredeyse düz bir tespit gibi. Hayatta kalmak, bu şehirde her zaman biraz pahalıydı. Yalnızca para anlamında değil, sinir sistemi, zaman, sabır, bedel anlamında da.

Yıllar önce bir arkadaşımın, “Ağır Roman” üzerinde çalışırken Müjde Ar ile yaptığı bir sohbeti anlatışı gelmişti aklıma. Müjde Ar, İstanbul’u insanın hayatında en az bir kez çok ağır tokatını yiyip yara aldığı bir şehir diye tarif edermiş; Aysel Gürel ile birlikte bu kente, er ya da geç herkese bir yerinden dokunan, bir yerinden can acıtan bir şehir gözüyle bakarlarmış. Faroqhi’nin yangınlarla, kıtlık sofralarıyla, köle pazarlarıyla çizdiği İstanbul da sanki o cümlenin erken modern karşılığı; tokadın şekli değişiyor, ama şehirden yenen darbenin hissi pek değişmiyor.

Faroqhi’nin yazılarına eşlik eden ses, tam da bu yüzden kıymetli. Tarihten konuşuyor; ama moral vermeye ya da bugünü mahkûm etmeye çalışmıyor. “Bakın, eskiden de zordu” demiyor, “zaten her şey hep kötüydü” de demiyor. İstanbul’u, yüzyıllar boyunca farklı biçimlerde yorulmuş, farklı felaketlerden geçmiş, farklı göç dalgalarıyla dolmuş bir şehir olarak anlatıyor.

Bu şehirde zor olan yalnızca bugünkü hayatımız değil. Zor olan, bu hayatı hep ilk kez böyleymiş gibi hissetmemiz. Faroqhi’nin kitabı, o hissi biraz geriye çekiyor. Alevlerin sardığı sokaklar, makarnalı, pilavlı fakir sofraları, tıka basa dolu gezinti yerleri ve zincire vurulmuş bedenler içinden ağır bir İstanbul yükseliyor karşımıza.

Bugünün azgın enflasyonlu, kiraları uçmuş, binaları çürük, sinirleri yorgun İstanbul’u için bu bakış tuhaf biçimde insanın içini toparlıyor. Çünkü bizi teselli ederek değil, ölçeği değiştirerek konuşuyor. Diyor ki: Bu şehirde yaşam mücadelesi yeni başlamadı.

* Sesli kayıt, metni otomatik olarak okuyan dijital bir ses teknolojisi ile üretilmiştir; vurgularda ve telaffuzda hatalar bulunabilir.
Önceki
Önceki

Berk Güntürk ile Yasaklı Bedenin İkonları

Sonraki
Sonraki

Gözaltına Alınıyorum. Bir Toplumun Kültüründen Koparılan Parçalar