Gözaltına Alınıyorum. Bir Toplumun Kültüründen Koparılan Parçalar

Son on yılda birçok ülkede kenevirin yasal zemine çekilmesi bir “özgürlük masalı” gibi anlatıldı; oysa sahnenin arkasında daha soğuk bir gerçek vardı. Devletler, yasakla yönetemedikleri bir alışkanlığı ya düzenlemeye ya da göz göre göre büyütmeye mecbur kaldı. Tıbbi kullanımın meşruiyeti, ürün güvenliği, vergi, denetim, kayıt dışı pazarın daraltılması. Bütün bunlar kulağa fazla resmî geliyor değil mi? Çünkü öyle. Bazen yalnızca dünya değişmiyor; kanunlar da güncelleniyor.

Elbette itirazlar haklıydı. Gençlerin erişimi, yüksek etken madde oranları, trafik güvenliği, bağımlılık riski, ruh sağlığıyla ilişkiler. Yasal olanın otomatik olarak iyi olmadığı da ortada. Tayland gibi hızlı serbestleşip sonra frene basan örnekler var. Bu mesele, tek bir düğmeye basıp “serbest” yazmakla çözülmüyor. Ama dünyanın bir kısmında en azından şu kabul edildi: Bu konuda yalan söylemek, gerçeğin kendisinden çok daha yıkıcı.

Kültür tartışmaları da tam burada başlıyor. Kenevir, Cihangir misali, bir ara karşı kültürün rozeti oldu. Sonra dünyada butik paketlere girdi, wellness raflarına oturdu, “deneyim” kelimesinin içine saklandı. Yani bir anda sınıf meselesine dönüştü. Kimin keyfi “kendine bakım”, kimin keyfi “suç”. Kimin geçmişi sabıka diye yazılacak. Bitkinin kendisi değil, adaletin kime nasıl dağıtıldığı tartışılır oldu.

Türkiye’de ise tablo bambaşka. Burada tartışma kenevirin kendisi değil, keneviri bir sahneye çevirme iştahı. 2025 boyunca bizde neredeyse her hafta, bir sanatçı, oyuncu ya da kültür emekçisi “uyuşturucu” diye gözaltı haberiyle gündeme geldi. Evlerine baskın yapıldı, isimleri acımasızca manşetlere atıldı. Kameralar kapı önünde, merdivende, bazen salonun eşiğinde, yatak odalarının içinde. Mahremiyet, bayağı kamuya ait bir dekor gibi. Üstelik çoğu zaman ihbarların yersiz olduğunu konuştuk; bazı dosyalar takipsizlik aldı, bazı isnatlar zayıfladı. Ama itibar dediğimiz şey, savcılık sürecinden çok daha hızlı koştu. O yarışın galibi de genelde gerçek olmadı.

Bu ülkede suç isnadı artık hukuki bir süreç olmaktan çıkıp bir performansa dönüştü. Masumiyet karinesi, artık yalnızca hukuk kitaplarında duran bir cümle gibi. Oysa bu, toplumsal hayatın en temel nezaketi. Bir insanın evini, kapı numarasını, merdiven boşluğunu, yatak odasını televizyona taşıdığınız anda, o insan beraat etse bile “temize çıkmış” sayılmıyor. Çünkü temizlik, mahkeme kararından değil; algoritmanın hafızasından geçiyor. Günümüzde suç, delilden önce dolaşıma giriyor. Delil gelmezse de sorun değil. İzlenme gelir, o yeter! 

Bu çürümenin medyadaki karşılığı ise artık saklanacak boyutta değil. Yakın zamanda, New Yorker dergisinin yüzüncü yılı vesilesiyle Netflix’te yayımlanan belgeseli yine burada yazdım. Belgeselde aklıma mıh gibi çakılan bir sahne var: derginin fact checking, yani doğrulama masası. Orada çalışan insanların işi, sadece bir olayın değil bir cümlenin bile doğru olup olmadığını didik didik etmek. Kaç kişi olduklarını duyduğumda istemsizce güldüm; sonra gülüşüm utanca dönüştü. Sadece bir dergide, yalnızca bu iş için, yirmi dokuz kişinin çalıştığı söyleniyordu. Türkiye’de hiçbir medya kuruluşunda bir cümlenin doğru olup olmadığını kontrol edecek, düşünecek koca bir ekip olduğunu sanmıyorum; ama bir cümlenin ne kadar hızlı koşabileceğini hesaplayan bir refleks var.

Bu refleksin nasıl çalıştığını bizzat televizyonda gördüm. Ülkenin sayılı haber kanallarından birini izlerken sunucu, “evinde bulunamadı” diye bir cümle kurdu. Aynı anda ekranda o kişi görünüyor. Hatta hastaneye gidip saç ve kan testi verdiği görüntüler de dönüyor. Düşünebiliyor musunuz? Aynı haberin içinde hem “aranıyor” anlatısı, hem kamerada “burada” gerçeği var. Bu, basit bir hata değil. Bu, haberin artık gerçekle bağ kurma ihtiyacı duymaması. Bir sahnenin içinde iki zıt bilgi yan yana durabiliyorsa, demek ki kimse çelişkiyi dert etmiyor. Demek ki derdimiz bilgi değil, gündem çevirmek. Çevrilen şey de çoğu zaman GERÇEK değil.

Sosyal medyada durum daha da vahşi. Sırf etkileşim almak için kurulmuş binlerce trol kanal, oynaya oynaya yalan haber üretiyor. Yalanın kurgusu var, süsü var, başlığı var. Sonra o başlık, bir anda “ana akım” dediğimiz mecralara da sızıyor. Kopyala yapıştır habercilik, ülkemizde bir salgın gibi büyüdü. Kısa, kirli ve kendinden emin. İnsan hayatını ucuzlatan bir dil. Bir gün bir yalan, “bitkisel hayata girdi” gibi ağır bir iftira, bir anda ülkenin üstüne seriliyor. Ardından o tanıdık başlık geliyor: “Üzücü haber geldi.” Haber değil, tık tuzağı; üzüntü değil, TRAFİK. Bu başlıkların bir kısmını yazanların yüzünü görmüyoruz, çünkü amaç zaten yüz değil. Amaç tıklanma. Yani bir başkasının hayatından koparılan büyük bir parça, birilerinin reklam gelirine çevrilen küçük bir zehir oluyor.

YouTube meselesi ise başlı başına bir ahlak komedisi. Platform, bir yandan “topluluk kuralları” ve “yanıltıcı bilgi” başlıklarıyla sanki kamusal sorumluluk taşıyan bir kurum gibi masallar anlatıyor, diğer yandan bütün ekonomisini en ilkel dürtünün üstüne kuruyor: DEDİKODU. Dedikodu dediğim de çoğu zaman bilgiye değil, infiale akıyor. Algoritma, gayet sakin bir cümleyi cezalandırıp bağıranı ödüllendirdikçe, habercilik bir meslek olmaktan çıkıyor; performans sanatının en ucuz türüne, yani kendini gösterme yarışına dönüyor. Reklam pastası, “kamu yararı” değil “izlenme süresi” üzerinden dağıtıldığı için, yalanın estetiği gerçeğin emeğinden daha kârlı hale geliyor. Sonra platform, ortalığı kirleten bu düzeni bizzat elleriyle beslerken, iş ciddiye binince sorumluluğu kullanıcıya ya da muğlak bir “politika” cümlesine kolpaca devrediyor. Böylece YouTube, hem yangına benzin taşıyan hem de kameraya dönüp “ateşle oynamayın” diye nasihat veren tuhaf bir canavara benziyor.

İşin başka sinsi bir tarafı da var. Sanatçıya, oyuncuya yapılan operasyonlar, çoğu zaman başka operasyonların görüntüleriyle birleştiriliyor. Aynı dosyada silah var, başka bir dosyada uyuşturucu var, bir yerde gözaltı görüntüsü var. Sonra bunlar sosyal medyada bir çorba gibi karıştırılıyor. Bir anda, bir sanatçının evinden sanki cephanelik çıkmış gibi bir algı üretiliyor. Bu algının yaptığı şey suçla mücadele değil, toplumla oynama. Toplumun sinir uçlarını kaşıma.

Peki bunun kültür ve sanata zararı nedir? “Birkaç isim mağdur oldu” diye geçiştirilecek bir şey değil bu. Bu, kültürün etrafına görünmez ama KOCAMAN bir tel örgü örüyor. Yaratıcı insan, üretmeye otururken bile kapı zilini düşünüyor. Menajer, proje konuşmak yerine kriz yönetiyor. Mekânlar, festivaller, galeriler, tiyatrolar “aman başımıza iş gelmesin” diye kendi kendine yumuşuyor, sansür uyguluyor. Dayanışma zayıflıyor, çünkü kimse hedef tahtasında görünmek istemiyor. Kültür, korkuyla yönetilen bir canlıya dönüşüyor. Refleksleri sanatla değil, savunmayla çalışıyor.

Daha da kötüsü, sanatçıyı bir “ibretlik görüntü” malzemesine dönüştürdüğünüzde, topluma şu mesajı veriyorsunuz: Seni emeğinle değil, düşüşünle izleyeceğiz. Başarı haber olmaz, baskın haber olur. Üretim haber olmaz, teşhir haber olur. Ne yazık ki bu iklimde kültür, bir hayal kurma alanı olmaktan çıkıp bir risk kategorisine giriyor. Sonra toplum, kendini korumak yerine birbirini ısırmaya başlıyor. Çünkü birlikte olmanın en ucuz yolu, birini hedef gösterip rahatlamak.

Burada “devlet nerede” diye sormak istemiyorum. Çünkü soru daha ağır. Devlet bu tabloda tam olarak nerede duruyor? Suçla mücadele elbette meşru. Ama mücadeleyi teşhirle, aşağılamayla, evlerin mahremiyetini kamusal eğlenceye çevirerek yaptığınız anda, suçla mücadele olmaktan çıkıyor. O zaman da geriye, herkesin potansiyel şüpheli olduğu bir ülke kalıyor.

Ben buna “Bir Toplumun Kültüründen Koparılan Parçalar” diyorum; çünkü mesele gözaltı sayısı değil. Mesele, herkesin itibarının bir başlıkla yakılabilmesi. Mesele, gerçeğin en fazla altyazı kadar değer görmesi. Bugün dünyanın bir kısmı kenevir hikâyesini düzenlemeye çalışırken, yetişkinlik ve kamusal akıl üzerinden tartışıyor, konuşuyor. Bizde ise 2025’in manzarası daha karanlık bir soruyu dayatıyor: Vatandaşa insan muamelesi yapmak hâlâ mümkün mü?

Birkaç sigaranın dumanı dağılır, canlar. Asıl kalıcı olan, toplumun içine sinen çürüme kokusu. Bunun panzehiri uyuşturucu politikası değil. Panzehir, habercilikte haysiyet, hukukta mahremiyet, kamuda merhamet. Bunlar yoksa, en sert yasak da en gevşek serbestlik de aynı şeye hizmet eder: İnsan hayatını ucuzlatmaya. İnsan hayatı ucuzladığında ise kültür ilk düşen şey olur. Çünkü kültür, en kırılgan değerimiz. Aynı zamanda en vazgeçilmezimiz.

* Sesli kayıt, metni otomatik olarak okuyan dijital bir ses teknolojisi ile üretilmiştir; vurgularda ve telaffuzda hatalar bulunabilir.
Önceki
Önceki

İstanbul’da Yaşam Mücadelesi

Sonraki
Sonraki

Yeni başlayanlar için Moni Rehberi