Bir Asrı Doksan Altı Dakikaya Sığdırmak 

New Yorker dergisi yüz yaşına girdi. Netflix’in hazırladığı “The New Yorker at 100” belgeseli bu doğum gününü bir tür CİLALI vitrin gibi kutluyor. Kameralar New York’ta bir asırlık bir alışkanlığın peşine takılıyor, bize de koltuğumuzdan kalkmadan bu alışkanlığı izlemek kalıyor.

Öncelikle Türkiye’den bakan bir okur için şu soruyu yanıtlamak gerekiyor: New Yorker nedir, kimin dergisidir?Basit cevap şu. New York merkezli, haftalık görünen ama zihnen her gün yayımlanan bir kültür dergisi. Her sayıda birkaç uzun haber dosyası, bir öykü, şiirler, eleştiri yazıları ve karikatürler bulmak mümkün. Hedefinde Amerika’nın büyük şehirlerinde yaşayan, üniversite mezunu, üst orta sınıf, çoğunlukla liberal ya da liberteryen eğilimli okur var. Kimine göre ülkenin en parlak yazarlarının buluştuğu yer, kimine göre de Amerika’nın kültürel elitizminin dergisi. Kapaklarındaki çizimler ve iç sayfalardaki hiciv dolu karikatürlerle tanınıyor olsa da asıl gücünü UZUN metinlerden, ince kazılmış haber dosyalarından ve ayrıntıcı eleştiriden alıyor.

The New Yorker at 100, Netflix

Dergiyi bugün tarif ederken şu başlıklardan birini atlamak zor. Uzun formlu gazetecilik, politik araştırma dosyaları, kimlik siyasetleri, ruh sağlığı ve modern yalnızlık üstüne yazılar, Amerikan kültür hayatının seçkinler için ayrılmış kısmına bakış. New Yorker bütün bu alanlarda yalnızca haber veren bir yayın değil. Ne konuşulacağını, hangi kavramların merkeze alınacağını belirleyen bir kanaat üretim makinesi. Bir skandal, bir edebi tartışma ya da yeni bir sanatçının adı çoğu zaman önce bu sayfalarda dolaşıma giriyor.

Marshall Curry’nin yönettiği belgesel tam da bu makineyi izlemeye çağırıyor bizi. Açılışta derginin koridorlarında dolaşıyoruz. Toplantı odaları, editör masaları, kapak tasarımlarının asılı olduğu panolar. Kamera zarifçe akıyor, biz de neredeyse kokusunu alacak kadar o mekanlara dalıyoruz. Fakat bir yerden sonra görüntülerin cilası, düşüncenin kirini örtmeye başlıyor. O uzun yazıların tezgaha ilk düştüğü anda çıkan gürültüyü, cümlenin nereye oturacağına karar verilirken masanın üzerinde biriken kağıt kırıntılarını görmüyoruz. Belgesel bize odaları gösteriyor, ancak odaların içindeki gerilimi ve şüpheyi açmıyor.

Oysa New Yorker’ın hikayesi sadece bir şehir efsanesi değil, yüzyıllık bir çalışma biçimi hikayesi. Dergi 1925’te, savaş sonrası Manhattan’ın nevrotik, şehirli ve keskin mizah duygusuna sahip gazetecileri arasında doğuyor. Başlangıçta küçük bir mizah ve şehir dergisi. Zamanla haberi edebiyatla, karikatürü araştırma dosyalarıyla yan yana getiren bir laboratuvara dönüşüyor. Her bilgiyi tek tek arayıp doğrulayan "fact checking" masası, virgülü bile tansiyonla tartışan editör toplantıları, birkaç sayfa süren yazıları mümkün kılan o sabırlı tempo. Bugün New Yorker dediğimizde akla sadece bir ESTETİK gelmiyor. Zekayı meze gibi kullanan değil, yönteme çeviren bir editoryal disiplin geliyor.

Belgesel bu disipline dokunuyor ama eldivenle. Yüzüncü yıl sayısının hazırlanışını izlerken fikir toplantılarını, kapak eskizlerini, karikatür seçimlerini görüyoruz. Yazarlar ve editörler kısa tanıklıklarla belirip kayboluyor, herkes kendi New Yorker okulundan söz ediyor. Hepsi son derece YAPAY, hepsi kendinden emin. Fakat anlatı bir türlü gerçek bir dikiş tutturamıyor. Ekrana gelen insanlar kadar, gelmeyenler hakkında da konuşmak gerekirken film tercihini güvenli olandan yana kullanıyor.

Irk ve kapsayıcılık başlığı da buna bir örnek. Derginin uzun süre neredeyse bütünüyle beyaz bir kadroya yaslandığı itiraf ediliyor. Ardından hızla bir montaj geliyor. Bir iki siyah yazar, parlayan başarı anları. Aktivist yazar James Baldwin’in kısa süreli varlığı geçmişin günahlarına sürülen nazik bir merhem gibi kullanılıyor, sonra konu kapanıyor. Oysa asıl sorular yeni yüzyılda. Hangi kuşak hangi kapıyı hangi bedeli göze alarak araladı. Hangi editoryal tercihler sayesinde yeni sesler içeri girebildi. Kimler hâlâ dışarıda bırakılıyor. Belgesel bu soruları kolpaca ıskalıyor.

Dijital çağ meselesi de benzer biçimde yüzeyde kalıyor. New Yorker artık sadece haftada bir okura ulaşan bir dergi değil. Haber sitesi, günlük makaleler, podcastler, bültenler. Yani kağıt üstünde haftalık, ekranda ise neredeyse 7/24 yaşatılan bir organizma. Uzun metinlerin temposu ile çevrimiçi haber akışının telaşı nasıl yan yana yürümeyi öğrendi, belgesel bu kapıyı neredeyse hiç aralamıyor. Oysa yüzyıllık bir dergiyi bugüne bağlayan temel gerilim tam burada. Arşivden gelen ağır sayfalar ile ekran için yazılan esnek metinler arasındaki çatışma, anlatının en canlı bölümü olabilirdi.

New Yorker, 1976 Kapağı

Ezcümle "New Yorker at 100" ışıl ışıl bir belgesel. Ancak cilası bozulmasın diye kendi konusuna gereğince sert bakamayan bir kurumsal tanıtım filmin ötesine geçemiyor. New Yorker’ı gerçekten anlatmak için sadece başarı öykülerine değil, kuşku anlarına da kamera tutmak gerekirdi. Çünkü bu dergi yalnızca iyi yazı yayımlayan bir yayın değil. Yazının nasıl iyi olacağını öğreten bir okul. Yazar yetiştiren, editör yetiştiren, gerçek kontrolünü meslek ahlakının ayrılmaz bir parçasına dönüştüren bir yapı. Belgesel bütün bunların ritmini bağımsız bir sinema filmi cesaretiyle gösterebilseydi benzersiz olabilirdi.

New Yorker’ın asıl önemi belki de burada. Bir dergi olmanın ötesinde, bir editoryal yöntem, bir dil terbiyesi, bir küratöryel refleksler bütünü. Hangi konuda yazacağını seçerken bile güç ilişkilerini, sınıf konumunu, kendi okurunun rahatlığını hesaba katan bir mekanizma. Belgesel bu mekanizmayı yüzeyden doğru resmediyor, fakat yöntemin kör noktasına bakmıyor. Zeka, mizah, üslup yerli yerinde. Eksik olan, bu zekanın kimin adına konuşmayı seçtiği. Sanki bu sadece Amerika’ya ait bir tartışmaymış gibi anlatılıyor.

Peki Türkiye’den bakıldığında bu hikaye bizde nasıl okunmalı/okunuyor. Bizde de yıllar boyunca New Yorker benzeri bir yayın fikri yoklanmadı değil. Kapağında çizim kullanan, şehir yazıları ve uzun söyleşilerle kendine ironik bir ton arayan dergiler çıktı. Kimi birkaç sayı, kimi birkaç yıl yaşadı. Çoğu New Yorker’ın estetiğini ve kapak duygusunu ödünç aldı, ancak gövdesini taşıyan editoryal disiplini hiç bir zaman kuramadı. "Fact checking" kültürü yerleşmedi, uzun metne dayalı haftalık ritim sürdürülemedi. Dolarizasyonla iç içe geçmiş kronik bir ekonomik kriz, medya sahipliğinin yapısı ve ifade özgürlüğü sınırları bu tür bir yayın için gereken uzun soluklu dikkati zayıflattı.

Bugün Türkiye’de yazıyı sistemli bir editoryal süreçten geçiren, haftalık ritimle düşünen ve kültürü yalnızca haberle değil uzun çözümlemelerle tartışan bir dergi yok. Bu boşluğun bir kısmı bağımsız çevrimiçi girişimlere, kültür sitelerine, podcastlere dağılmış durumda. Bu yazının evi olan 4Kolon da dikkatli editörlüğe ve küratöryel seçkiye yaslanan bu iddianın en taze örneklerinden biri. Yine de bizim de aralarında olduğumuz bu girişimlerin çoğu, New Yorker’ın yaptığı türden aylar süren haber dosyalarını üstlenecek maddi ve kurumsal imkana henüz sahip değil. Uzun biçimli gazetecilik yer yer bağımsız muhabirlerin, yer yer akademisyenlerin omzuna yükleniyor, fakat bunu sürdürebilecek bir kurum hafızası oluşmuyor.

Bu yüzden "The New Yorker at 100” Türk izleyicisi için yalnızca bir kurum belgesel değil. Hiç kurulmamış bir yayın geleneğinin hayaletini de uyandıran bir seyir deneyimi. Bir yanda yüzyıllık bir derginin kendi mitolojisini parlatan görüntüler. Diğer yanda BİZDE DE aynı iddiayı taşıyabilecek bir derginin neden doğmadığına dair sessiz sorular. Uzun gazetecilik, politik araştırma, kimlik siyaseti ve ruh sağlığı gibi başlıklar bizde çoğu zaman gündem dalgalarının insafına bırakılıyor. Kalıcı bir dergi ritmi yerine sosyal medya tartışmalarının inişli çıkışlı temposu konuşuyor.

Bir asrı doksan altı dakikaya sığdırmak elbette mümkün değil. Belgesel bu imkansızlığın farkında, o yüzden belki de en risksiz cümleleri seçiyor. Yine de izleyiciye şu fırsatı veriyor. Bir ülkenin kültürel hafızasını bir dergiye emanet etmenin ne anlama geldiği üzerine düşünmek. Amerika’da bu emanetin adı The New Yorker. Bizde ise henüz tam karşılığını bulamamış bir HAYAL. Ekranı kapattıktan sonra akılda kalan asıl soru şu. Yüz yıl sonra dönüp bugüne baktığımızda, gerçekten anlatmaya değer bir dergi hikayemiz olacak mı, olacaksa nasıl bir hikaye olacak.

* Sesli kayıt, metni otomatik olarak okuyan dijital bir ses teknolojisi ile üretilmiştir; vurgularda ve telaffuzda hatalar bulunabilir.
Önceki
Önceki

Boşa Geçmiş Bir Hayatın Hikâyesi. Aziz Bey Hadisesi

Sonraki
Sonraki

Bir aile albümünden Cumhuriyet’in sınıfına bakmak